BİR ANNE VE KADIN, İKİ BÜYÜK ŞAİR

Mert Ramazanoğlu |


Bir Osmanlı paşası olan Polonya asıllı Mustafa Celaleddin’in oğlu Enver Paşa’nın ve Alman asıllı Müşir Mehmet Ali Paşa’nın kızı Leyla’nın evliliklerinin meyvesidir Celile. Anlayacağınız soylu ve zengin ailenin bir evladıdır. E bu soyluluğun da getirisi vardır haliyle…

Celile’nin genlerindeki Avrupalılıktan mıdır bilinmez, ileride pek çok kişide derin etki yaratacak kocaman mavi gözleri vardı. Babası Enver Paşa, küçük mavi gözlü kızının eğitimi üzerine epeyce düşmüş, sarayda yaverlik yaptığı dönemlerde, saray ressamı olan Fausto Zonaro’nun Celile’ye resim dersleri vermesine vesile olmuştu. Bu dersler sayesinde Celile, tarihte ilk Türk kadın ressamlar arasında yer almış oldu.

NAZIM’IN ADI

Zaman geçti, Celile büyüdü. Güzelliği ile İstanbul’da adından söz ettirdi. Dönemin valilerinden olan Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi. Nazım ve Samiye adında iki çocuk verdi bu evliliğe. Belli ki büyük şair Nazım Hikmet, adını dedesinden ve babasından almıştı.

Asıl adı Ahmed Agah olan Yahya Kemal, bu dönemlerde Paris’te yaşamaktaydı. Aldığı eğitimle birlikte donanımlı bir şekilde 9 yıllık gurbetliğin ardından yurda dönen İstanbul Şairi, Bahriye Mektebi’nde dersler vermeye başladı. Öğretmenlik yaptığı bu mektep sıralarında, günümüz zıtlığının iki ismi, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet de oturuyordu.

Celile Hanım’ın, Hikmet Bey ile olan evliliği sonraları kavga dolu, huzursuz bir yuvaya dönüştü. Resmiyette henüz bitmeyen evlilik, kalplerde bitiyordu.

“ELA GÖZLÜ PARS”

Celile bir gün, arkadaşı vasıtasıyla Bektaşi Tekkesi’ne gider. Tesadüf o ya, Yahya Kemal’in dostu olan Yakup Kadri de Yahya Kemal’i bu tekkeye getirmiştir. Burada görür Yahya, kendisinden 4 yaş büyük olan bu devranı. Etkilenmiştir ondan.

Yahya Bey, öğrencisi olan Nazım’a hafta sonları Nazım’ın annesinin de yaşadığı evde Türkçe ve şiir dersleri vermeye başlar. Böylelikle, bir şiirinde “Ela Gözlü Pars” dediği Celile’sini daha sık görme fırsatı yakalamıştır.

Nazım, hocası Yahya Kemal’i sevmekte yazdığı şiirleri ilk ona göstererek, onun eleştirilerine önem vermekteydi. Yahya Kemal, derslerden arta kalan vakitlerde, Celile ile edebiyat ve sanat hakkında sohbetler ederdi. Bu sohbetler, ikilinin birbirlerine yakınlaşmasına ve küçük bir hoşlantı ile tohumlanan aşkın yeşererek köklenmesine neden oldu. İki taraf da halinden memnundu. Tabi memnun olmayanlar da olacaktı…

“AŞIK OLDUĞUM İLK KADIN”

Nazım, annesine aşık bir çocuktu. İlk sevgilisiydi annesi onun. Şu sözleri söylemişti annesi hakkında; “Annemin gençliğini çok iyi hatırlıyorum. O, aşık olduğum ilk kadındır. Freud’u okumuşsunuzdur. Onun taraftarlarından değilim, birçok konuda onunla anlaşamıyorum ama bazı mülâhazaları doğrudur. Anneme vurulmuştum. O olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Bilirsiniz Türkiye’de şöyle bir adet var. Şimdi sadece köylerde kalmış bu adet. Ama önceleri her yerde buna riayet ederlerdi. Annem evlenirken ilk önce onu bir odaya oturtmuşlar. Elbette gelinlik içindeymiş, yüzünde de duvak varmış. Sabahtan misafirler gelip ona bakıyorlarmış. Anam Paris’te eğitim almıştı ama İstanbul’un bütün adetlerine riayet edermiş. İşte bu azaba da katlanıyor, çok farklı, yabancı insanların gelip ona bakmalarına tahammül ediyormuş. Onu görenler güzelliğine hayran oluyorlarmış. Hatta bazıları duvağını kaldırıp bakıyormuş. Bir insanın bu kadar güzel olabileceğine inanmıyorlarmış. Mavi gözleri vardı annemin, teni de öyle olağanüstüydü ki insanlar elleriyle yanaklarına dokunurlarmış. Canlı bir insan değil, gelin gibi süslenmiş bir kukla zannederlermiş. Şehirde şöyle bir şayia da geziyormuş ki, güya babam süslenmiş bir kuklayla evlenmiş…”

 Öte yandan Celile Hanım’ın, huzursuzluk dolu evliliği bitime yüz tutmuştu. Hikmet Bey ile boşanacaklardı. Bu durum Nazım’ın kulağına çalındı. Nazım tepkisini, annesine yazdığı şu mektup ile gösterdi; “Anne. Ben gidiyorum, belki de ebediyen… Çünkü duyduğuma göre ve daha doğrusu söylediklerinize göre babam ile siz ayrılacakmışsınız. Şayet ayrılacak olursanız emin olun ki, ne beni ne de Samiye’yi ebediyen göremeyeceksiniz. Size bütün ruhumla rica edeceğim şey sabretmenizdir. Sizi ne kadar sevdiğimin simgesi olan bu mektubu saklamanızı rica ederim. Mesudiyet ve bedbahtlık arasında çırpınan oğlunuz Nazım.”

Celile ve Yahya aşkının dedikoduları yavaş yavaş çevreye yayılmıştı. Celile Hanım’ın eşinden boşanmasıyla dedikodular, görünürde kendisine bir kanıt bularak daha da alevlendi. Bu durum Bahriye Mektebi’nde dahi duyuldu.

Mektepte yayılan bu dedikoduların ardından Yahya Kemal, bir süre okula gitmedi. Tekrar okula başladığı ilk gün, Necip Fazıl şu sözler ile karşısına dikilir: “Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk. Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim” Yahya Kemal, çok sinirlenerek bu sözleri üzerine Necip Fazıl’ı cezalandırır.

“MUALLİM OLARAK GİRDİĞİNİZ EVE, BABAM OLARAK GİREMEYECEKSİNİZ!”

Bunca lakırtı elbette Nazım’ın kulağına gelmişti. Ne yapacağını şaşırmıştı. Hocasını bir daha hiçbir zaman affetmeyecekti. Ve tabi ki bu duruma karşıydı. Bir gün Yahya Kemal, elini pardösüsünün cebine atınca kıvrışmış küçük bir not parçasına denk geldi. Yazan Nazımdı. “Muallimim olarak girdiğiniz eve babam olarak giremeyeceksiniz!” diyordu Nazım mesajında.

Bu notla Yahya, biraz ürkmüş olacak ki, söylenenlere göre evini değiştirmiş ve yeni adresini bir süre yakınlarından bile gizlemişti. Nazım’a verdiği derslere de artık gitmiyordu.

Tüm bu olanlara rağmen Celile ve Yahya aşkı devam ediyor, hatta Celile Hanım evlilik hazırlıkları yapıyordu. Babasının annesine yaptığı kötü muamelelere küçük yaşta tanık olmasından mıdır bilinmez, Yahya Kemal’in evliliğe karşı olan duruşu hep çok soğuktu. Buna rağmen evliliği düşündüğü tek isim Celile oldu. Fakat yine de içinde kendisini huzursuz eden bir şeyler vardı.

“GİTMEYECEĞİNE YEMİN ETMİŞTİ”

 Yahya, Celile’ye aşıktı, aşık olduğu kadar da kıskançtı. Onu kıskandığı bir olayı şöyle anlatıyor: “O gittikten sonra ortalıkta Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı… Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı... Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu. Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim. Gitmeyeceğine yemin etmişti. Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor. İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum. Müthiş bir acıyla yerimden kalktım. İskeleye doğru gittim. Son vapur çoktan kalkmıştı. Sert bir lodos esiyordu. Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim.

Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı. Çok para verince biri ikna oldu. Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı. Denizde çalkalanıp duruyorduk. Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı. Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum. Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik.

Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım. Yoktu… Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim. Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım. Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim. Kan ter içinde Bostancı’ya geldim. Vakit hayli geçti. Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim. Aradılar taradılar birini buldular. Yine bir sürü para verdim. Arabayla yola koyuldum. Kadıköy, oradan Üsküdar… Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı! Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum? Adam halime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam çıkmadı!’ dedi. ‘Ne diyorsun?’diye bağırdım. Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım. Sözüne inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım. Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş, ‘Uyuyor’ demiş. Geldi, haber verdi. Sanki dünyalar benim oldu. 

Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim. Sabahleyin, doğru eve çıktım. Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı. Sarmaş dolaş olduk…”

VEDA VAKTİ

Celile Hanım, tüm olanlara göğüs gererek, aşık olduğu adamla evleneceği günün hayaliyle beklemekteydi. Evlilik için tüm hazırlıklar neredeyse tamamlanmış, eşyalar alınmış, eşe dosta bile haber salınmıştı.

Yahya, içindeki huzursuzluğa teslim olmuştu. O kişi Celile de olsa cesaret edemedi evliliğe. Ucunca bir mektup yazdı, veda mektubuydu bu. Her şey bitmişti. Celile dayanamadı onca şeye katlandığı sevgilisi tarafından terk edilmeye, Paris’te aldı soluğu. Yahya ise kaldı İstanbul’da. 

MEÇHULE GİDEN BİR GEMİ

Celile, İstanbul’a yıllar sonra döndü. Yaşlanmıştı. Nazım ise büyümüş, Nazım Hikmet olmuştu. Yazılarından ötürü hapse atılmıştı. Celile’nin yüreği oğlunun hapislerde çürümesini kaldıramıyordu. Bir şeyler yapması lazımdı. Artık görmeyen gözleriyle, Galata Köprüsünde imza topluyordu oğlu için.

Başında olduğu gibi sonunda da vardı rastlantı. Yahya Kemal geçiyordu köprüden. Yıllar sonra Celile’yi gördü, şaşırdı. Başını öne eğdi ve pabuçlarını seyreder biçimde yoluna devam etti. 

Sesiz Gemi şiirini Celile’sine yazmıştır Yahya Kemal. 


Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. 


Yahya’nın vefatından sonra, defterlerinin arasından kurumuş bir çiçek ve küçük bir not çıkar; “Aşkından vazgeçemediğim kadının, o veda gecesi nadide göğsünden aldığım çiçektir…”

Yorumlar

  1. Kalemine sağlık. Özet olarak Aşk tan uzak durmak gerek 😉

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar