SULTAN VAHDETTİN
Sultan Vahdettin, Birinci Dünya Savaşı bitmek üzereyken Temmuz 1918’de tahta çıktı. Osmanlı üç ay sonra, Ekim 1918’de teslim olarak yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Başkent İstanbul, 13 Kasım 1918’de fiilen işgal edildi. Vahdettin, tahta çıktıktan dört ay sonra başkenti işgal edilmiş bir imparatorluğun padişahı durumuna düştü.
Bu “ahval ve şerait” içinde değil Vahdettin, Yavuz Sultan Selim olsa bir şey yapamazdı. Ancak ne Yavuz ne de bir başka büyük Osmanlı padişahı, Vahdettin kadar da dirayetsiz ve teslimiyet içinde olmazdı.
Padişah, işgali İngilizlerle iyi geçinerek bitirebileceğine inanmış, Koca Osmanlı’nın kaderini İngilizlerin o çok güvendiği insafına bırakacak kadar saf ve yetersizdi. Diğer yandan Vahdettin’in işgal kuvvetlerine açıktan cephe alması ise namlularını saraya ve İstanbul’a çevirmiş düşman gemilerinin ateşlenmesi ve askerlerinin saldırıya geçmesi anlamına gelecekti. Kentin yağmalanması, yakılması, yıkılması, kadın çocuk demeden katliamlar ve tecavüzlerin meydana gelmesi riski vardı. Bu felaketin yaşandığı İstanbul, Selanik gibi bir daha geri alınmamak üzere elden çıkabilirdi. Hem Sultan Vahdettin hem de İstanbul hükümeti, işgalci İtilaf Devletlerinin yarattığı bu tehdit karşısında başkentten Anadolu’ya geçip milli bir mücadele başlatamazdı.
Zaten objektif tarihçiler, padişahı işgal altındaki İstanbul’dan kurtuluş hareketi başlatmadığı için eleştirmiyor. Mustafa Kemal Paşa’nın önderlik ettiği Milli Mücadele’ye açıktan destek veremeyeceğini de biliyor ve bu yüzden yargılamıyor.
Sultan ve İstanbul hükümetinin eleştirilme ve hatta ihanetle suçlanma sebepleri, önce Mondros Ateşkes Antlaşması gibi işgallere hukuki zemin hazırlayan melaneti; ardından Sevr Antlaşması gibi bir ucubeyi imzalamış olmaları… Adeta Türk vatanını paramparça eden Türk milletini yok olmaya sevk eden bu antlaşmayı elleri bile titremeden imzalayabilmiş olmalarını bu millet bin yıl sonra bile affetmeyecek.
Vahdettin ve ekibinin diğer büyük hatası ise Sevr’e “hayır” diyen Milli Mücadele hareketine açıktan düşmanca tavır almaları. Kurtuluş Savaşı veren imkansızlıklar içindeki Türk ordusuna karşı Yunan ordusunu destekleyen fetvalar çıkarmaları, Mustafa Kemal Paşa hakkında idam kararı almaları… Bunlar akıl alır şeyler değil. Kendilerine yönelik “hainliğe” varan suçlamalar yöneltilmesinin ana sebepleri de bu icraatları…
Sultan Vahdettin’in bu yanlışları, ordu ve millette kendisine karşı büyük bir nefret oluşmasına yol açtı. Eğer Atatürk, saltanatı kaldırmasaydı da Vahdettin’in padişah olarak kalması imkansızdı. Kendisinden sonraki halife olan Abdülmecid Efendi’ye tahtı da bırakmak zorunda kalacaktı.
“Can güvenliği” gerekçesiyle İngiliz Zırhlısına binip Türkiye’yi terk etmesi ise eleştirilerin aksine bence yaptığı nadir doğrulardan biriydi. Çünkü o dönem kimse Atatürk’ten saltanatı kaldırmasını istemiyordu. TBMM’nin padişahı değiştireceği, Mustafa Kemal Paşa’nın ise yeni sadrazam olacağı beklentisi vardı. Nitekim TBMM’de saltanatın kaldırılması kararı çok zor ve yoğun bir muhalefete rağmen alınmıştı.
O gün güçlü bir saltanat desteğinin olduğu ortamda Sultan Vahdettin, ülkeyi terk etmek yerine kalıp direnmeyi seçseydi, kardeş kanı dökecek bir iç savaş çıkması riski doğacaktı. Zafer kazanmış bir Türkiye’nin saltanatçılar ve cumhuriyetçiler arasında iç savaş yaşaması; İngilizlerin en çok isteyeceği şey olurdu. İç savaşı kazansa da büyük güç kaybeden taraf, maalesef İtilaf Devletleri ile Lozan’ı değil Sevr benzeri bir antlaşmayı imzalamış olacaktı.
Dönemi bir bütün olarak ele alındığında Sultan Vahdettin; yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla ve yapamadıklarıyla; büyük hataları ve kusurlarının yanına nadir doğrularıyla hain değil, kötü bir padişahtır.
Yorumlar
Yorum Gönder